Büyük Anadolu Yürüyüşünü Başlatanlara Selam
Olsun
Bir grup yürekli,duyarlı ve yiğit insan, Nisan 2011'de Anadolu’nun çeşitli
köylerinden, kasabalarından ve şehirlerinden kalkıp 40 gün 40 gece
Ankara’ya doğru Büyük Anadolu Yürüyüşünü gerçekleştirdiler. Mayıs ayının
ortalarında Ankara- Gölbaşında polis tarafından durdurulup Başkentin
Merkezine girmelerine izin verilmedi. Grup Gölbaşı girişinde Mogan
Gölü’nün kenarında kamp kurarak direnişlerini sürdürmeye devam ettiler.
ANADOLUYU VERMEYECEĞİZ şiarıyla Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü başlatan bu
duyarlı, yürekli ve cesur insanlar niçin yürüyorlardı? Ne istiyorlardı ?
Bugün, Türkiye’nin, Anadolu’nun hemen her yöresinde sular, dereler,
ormanlar, küçük hidroelektrik santralı (HES) kurmak, altın aramak adına
bir takım kişilere, şirketlere resmen peşkeş çekilerek hızla yok
edilmekte, kirletilmektedir. Bu nedenle, o yörelerde yaşayan halkın yaşamı
da büyük tehlikeler altına sokulmakta, yok edilmektedir. Yaşama, geçinme
olanağı kalmayan bu yörelerin halkı büyük kentlere göçe zorlanarak bir
başka tehlikenin, işsizliğin, yoksulluğun, çaresizliğin kucağına
atılmaktadır.
Derelerimiz üzerine yüzlerce, hatta binlerce küçük hidroelektrik santralı
(HES) ve baraj kurularak dereler, sular ve çevrelerindeki yeşil alanlar,
ormanlar yok edilerek, o yörelerde yaşayan halk cansuyuna mahkum edilerek
aslında yaşamın ta kendisi yok edilmektedir.
Maden şirketleri, güzelim ormanlarımızda maden aramak için on binlerce
ağacı keserek, başka tahribatlar ve kirlilikler yaratarak ormanın
kendisini, ormana bağımlı yaşayan yöre halkı başta olmak üzere tüm canlı
yaşamı tehlike altına bırakmakta ve yok etmektedirler.
Bir başka büyük tehlike ise yerli tohumlarımızın hızla yok edilerek 3-4
yabancı tohum şirketinin tohumumuza, tarımımıza ve gıdamıza egemen
durumuna getirilmesidir. Çünkü, “Dünyanın Tohumları Kişisel mi Yoksa Umumi
Bir Kaynak mı ?” adlı kitabın yazarı olan “Pat Roy Mooney”, “Eğer
tohumları kontrol ederseniz, bütün besin sistemini kontrol edebilirsiniz;
hangi ürünlerin yetiştirileceğini, hangi girdilerin kullanılacağını ve
ürünlerin nerede satılacağını”, demişti.
Tüm bu doğal ve çevresel tahribat ve yıkım nedeniyle atalarının yüzlerce,
binlerce yıldan beri yaşadığı köylerini, topraklarını terk etmek zorunda
bırakılan binlerce insan kentlere göçe zorlanarak başka bir sömürü ile
yüzyüze getirilmektedirler. Türkiye’mizde, Anadolu’muzda bir kültür yok
ediliyor. Halk, köklerinden, toprağından zorla kopartılıyor.
Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü başlatan bu yürekli insanlar, işte bunun için
yürüdüler, yürüyorlar, direniyorlar.
Tüketici Hakları Derneği ( THD) olarak, bu güzel insanları iki kez
ziyarete gittik. Kendilerini dinledik. Yaşadıkları köylerdeki,
yörelerdeki, yukarıda belirtilen ve bizatihi kendilerinin yaşadıkları
sorunları, sıkıntıları anlattılar. Yargı kararlarının hiçe sayıldığını,
ilgili ve yetkililerin nasıl ilgisiz ve duyarsız kaldıklarını anlattılar.
Tüketicilerin evrensel haklarından olan sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı
gereğince, Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü başlatan dostlarımıza bu kaygılarının
bu mücadelelerinin bizim de kaygımız ve mücadelemiz olduğunu anlatmaya
çalıştık. Birlikte dertleştik. Çünkü, insan çevresiyle vardır. İnsanın
çevresi; dereleri, ormanları, tohumları tehlikeye girerse, yok edilirse
insanın kendisi de tehlikeye girer, yaşamı yok olur. Yalnız insan değil,
çevredeki tüm canlıların yaşamı tehlikeye girer, yok olur.
İnsanın yaşamı da çevredeki tüm canlıların yaşamıyla bir bütündür. Çünkü,
doğadaki bir canlıya zarar verilmesi tüm doğayı etkiler, diğer canlıları
ve insanı olumsuz yönde etkiler.
Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü başlatan dostlarımız, “Bir çevreci değiliz,
çevrenin kendisiyiz”, dediler. Bir de aşağıya olduğu gibi aldığımız
“MANİFESTO” yu yayınladılar.
BÜYÜK ANADOLU YÜRÜYÜŞÜNÜN MANİFESTOSU
Gezegenimiz, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte tarihte görülmemiş
bir yıkımla karşı karşıya. İnsanoğlunun aşırı tüketime dayalı bugünkü
yaşam şekli nedeniyle ortaya çıkan doğa yıkımı, geri dönüşü olmayan bir
noktaya doğru hızla ilerliyor. Her on üç dakikada bir, yeryüzünde bir
canlı türü daha yok oluyor. Günümüz insanı, varolmanın yegâne yolunu
ihtiyacının fazlasını üretmek ve tüketmek olarak görüyor. Bu anlayış, doğa
üzerinde egemenlik mantığını temel alan sonu gelmeyen bir kâr hırsıyla tüm
yaşam kaynaklarımızı metaya dönüştürüyor. Sınırsız tüketime dayalı bu
sistemin Türkiye’deki yansıması, çok daha korkunç bir tablo olarak
karşımıza çıkmaktadır: Son elli yılda yok edilen sulak alanlarımızın
büyüklüğü Marmara Denizi’nin büyüklüğünü geçti. Yani 60’lı yıllardan bu
yana sulak alanlarımızın %40’ını kaybettik.
Dağlarımız, son on yılda verilen 40 binden fazla maden ruhsatıyla maden
şirketlerine tahsis edildi. 2B yasası tasarısı ile ormanlarımızın satışı
için düğmeye basıldı. Yakın zamana dek kendi kendine yetebilen nadir
toplumlardan biriyken, yanlış tarım politikaları nedeniyle yediğimiz
ekmeğin buğdayını bile ithal eder hale geldik. Yanlış tarım politikaları
sonucunda doğduğu topraklarda doyamaz hale getirilen köylü nüfusun kırsal
alanlardan şehre göç etmesiyle insansızlaşan topraklarımız, GDO’lu
tohumlara ve rant peşindeki büyük tarım şirketlerine terk edildi. Bugüne
kadar kanunları eğip bükerek el konulmaya çalışılan kıyılarımız,
yaylalarımız, ormanlarımız; hazırlanan yeni kanunlarla satışa çıkarılıyor.
Toprağımıza ektiğimiz tohumdan çocuklarımıza yedirdiğimiz mamaya, enerji
üreten santrallerde kullanılan makinelerden üzerimize giydiğimiz
kıyafetlere kadar hemen her ürünü ithal ettiğimiz unutulup; enerjide dışa
bağımlılığı giderme adı altında bütün akarsularımız ve vadilerimiz
yağmalanıyor.
Anadolu derelerinin tamamına yakını üstüne hidroelektrik santral yapılması
amacıyla şirketlere satıldı. Sayısı 2000’in üzerinde olan bu santraller
hayata geçirildiği taktirde Anadolu’da akan tüm dereler, borular ya da
tünellere hapsedilmiş olacak. Sayıları her geçen gün artan termik
santrallere bir de nükleer santral projeleri eklendi. Artık çocuklarımızın
geleceği de ipotek altında. Kendi imkânlarımızla ürettiğimiz son ürünlerle
birlikte, bu ürünleri üretenlerin kültürü ve geleneksel yaşam biçimi de
yok ediliyor.
Artık bir seçim yapmak zorundayız: Ya sınır tanımayan tüketim
alışkanlıklarımızı sürdürerek, doğayla birlikte kendimizi de yok edeceğiz
ya da onunla uyumlu bir yaşamı seçeceğiz.
Doğanın varoluşuna, binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olan
uygarlıklara, ait olduğumuz topluma ve gelecek nesillere karşı duyduğumuz
vicdani sorumluluğun gereği olarak, biz ikincisini seçiyoruz. Doğası ve
yaşam alanlarıyla birlikte, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan
bizler şu gerçeklerin altını çiziyoruz:
• Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır.?
• Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın
dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.
• Doğa canlı bir varlıktır. İnsanlar, şirketler veya devletler doğanın
sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir
tasarrufta bulunamaz.
• Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa
içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir. *Kendinden sonraki nesillerin ve
diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğaanayı; onun dağlarını,
ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya
özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.
• Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların
doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun
ve uygulama kabul edilemez.
• Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni
olamaz. ‘Sürdürülebilir kalkınma’, ‘koruma kullanma dengesi’, ‘üstün kamu
yararı‘ gibi kavramlar doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.?
Bu ilkeler doğrultusunda, aşağıda sıraladığımız adımların gerçekleşmesi
için harekete geçiyoruz:
1. Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli,
‘doğaanamızın yaşama hakkı’ anayasal güvence altına alınmalıdır.
2. ‘Her insan doğduğu yerde doyabilmeli’ ilkesinden yola çıkarak, kırsalda
yaşayan insanların büyük kentlere göçünü engelleyecek ve geleneksel yaşam
biçimlerimizi destekleyecek düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
3. Kırsal yaşamımızı, kültürel mirasımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi
tehdit eden, kâr hırsıyla hazırlanmış hidroelektrik santral (HES) ve baraj
projelerinin tamamı durdurulmalıdır. #Bugüne kadar yapılmış uygulamaların
doğal alanlarımız üzerinde yarattığı yıkımı giderecek çalışmalar acilen
başlatılmalıdır.
4. Ormanlarımızın yok olmasının önünü açacak 2B yasal düzenlemeleri derhal
geri çekilmeli, ormanların özelleştirilmesine dair hazırlıklar
durdurulmalıdır.
5. Ne koruma alanlarını, ne tarım alanlarını ne de canlı yaşamını dikkate
alan madencilik faaliyetleri durdurulmalı, bu faaliyetlerin ekosistem
üzerindeki etkisi göz ardı edilerek verilmiş tüm maden ruhsatları iptal
edilmelidir.
6. Toprakların verimsizleşmesine, temel geçim kaynağı tarım olan köylünün
yoksullaşmasına ve su kaynaklarının aşırı kullanımına neden olan yanlış
tarım politikaları terk edilmeli; tüm tarımsal faaliyetlerde doğanın
dengesini gözetilmeli ve doğru yerde doğru ürün ilkesi benimsenmelidir.
7. Tüm canlı yaşamını tehdit eden hibrit tohumların, GDO’lu ürünlerin ve
üretimde kullanılan her türlü kimyasal maddenin kullanımı durdurulmalıdır.
8. Bizden önce bu topraklarda yaşamış onlarca uygarlıktan günümüze miras
kalan Hasankeyf gibi nice kültürel zenginliğimizi tehdit eden projeler ve
uygulamalar derhal durdurulmalıdır. #Sadece bize değil tüm insanlığa ait
bu değerler itinayla korunmalı, gelecek kuşaklara en iyi şekilde
aktarılması için gerekli çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
9. Sosyal ve ekolojik maliyeti gözardı edilerek planlanan ve şehirlere
daha büyük göç dalgalarının gelmesine yol açacak otoyol, köprü ve konut
projeleri durdurulmalı, karbon salınımını azaltacak demiryolu ulaşımı
geliştirilmeli ve yaygınlaştırmalıdır.
10. Var olanlara her geçen gün bir yenisi eklenen, doğaya verdikleri zarar
tartışılmaz termik santraller ve nükleer santral yatırımları derhal
durdurulmalıdır.
11. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın izniyle, doğayı yok eden şirketler
tarafından finanse edilen özel firmalar tarafından hazırlanan ÇED
raporları ve buna izin veren ÇED Yönetmeliği derhal iptal edilmelidir.
Doğanın hassas dengesi, kamuoyu vicdanı, sivil toplum kuruluşları ve yerel
halkın kanaatinin dikkate alınmadığı hiçbir projeye onay verilmemelidir.
12. Tüm koruma alanlarını ticari yatırımlara açan Tabiatı ve Biyolojik
Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı geri çekilmeli, Yenilenebilir Enerji
Kanunu derhal iptal edilmelidir. Varolan koruma alanlarının statüleri
güçlendirilmeli; biyolojik çeşitliliği korumak için önemli doğa alanlarına
hızla koruma statüsü kazandırılmalıdır.
13. Özel şirketlerin ve kamu kurumlarının doğayı katletmesinin önünü açan
‘kirleten öder’ mantığı ve uygulaması terk edilmeli, doğaya zarar
verenlerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören yasal düzenlemeler hayata
geçirilmelidir.
14. Yaptığı yatırımlarla doğanın dengesine müdahale eden icracı bir
kuruluş niteliğindeki Devlet Su İşleri (DSİ) ile doğayı korumakla yükümlü
Çevre ve Orman Bakanlığı’nı aynı çatı altında birleştiren yapı derhal
değiştirilmelidir. Çevre ve Orman Bakanlığı, şirketlerin çıkarlarını
savunmak yerine; asli görevi olan, doğayı koruma görevini yerine
getirmelidir.
Kendini doğa ananın sahibi değil bir parçası olarak gören bizler :
İçinde varolduğumuz doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, yukarıda
sıraladığımız ilkeleri ve talepleri karşılamayan, ulusal veya uluslararası
yasa, sözleşme, antlaşma ve bunların uygulamalarının tümünü reddediyoruz.
Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini,
sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz. Varolan
idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair inancımız
kalmadığından; halk olarak bu gidişe dur diyor, parçası olduğumuz
doğaanamızın haklarıyla birlikte kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa
kalkıyoruz;
Nisan 2011 itibariyle vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden
yola çıkıyor, Türkiye’nin dört bir yanından 40 gün 40 gece yol alacak
kervanlar halinde Ankara’ya yürüyoruz. Ve taleplerimiz yerine getirilene
kadar geri dönmüyoruz. Doğanın hassas dengesini korumanın, insan olarak
vicdani sorumluluğumuz olduğunu düşününen herkesi bu hareketi desteklemeye
çağırıyoruz.
ANADOLUYU VERMEYECEĞİZ YÜRÜYÜŞÜ’NE DESTEK ÇAĞRIMIZ
“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” şiarıyla Büyük Anadolu Yürüyüşü’nü başlatan
dostlarımız diyorlar ki;
• Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi
kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz!
• Biliyoruz ki, her şeyimizi kaybettiğimizde, çalışıp yeniden ayağa
kalkabiliriz. Ancak doğamızı kaybettiğimizde asla!
• Suyumuzu, doğamızı, köklerimizi ve Anadolu’yu geri alana kadar,
dönmüyoruz.
• Hiçbir dil, din, ırk ve siyasi görüş ayrımı gözetmeden, tüm Anadolu
insanlarını ve dünya insanlığını bu yürüyüşe katılmaya davet ediyoruz.
Yürüyüşü başlatan kardeşlerimiz bir ateş yaktılar. Bu ateş büyümek
zorundadır, büyüyecektir. Aynı düşünceyi ve kaygıları paylaşanlar, daha da
önemlisi bu tahribatın acısını, sıkıntılarını doğrudan ve dolaylı olarak
yaşayan her yurttaş bu direnişe katılmalıdır.
Biz de tüm içtenliğimizle dostlarımızın, bu yürekli ve duyarlı
kardeşlerimizin kaygılarına, düşüncelerine katılıyoruz. Acılarını
acılarımız, isteklerini isteklerimiz, mücadelelerini mücadelemiz
sayıyoruz. Çağrılarına, davetlerine katılıyor, aynı çağrıyı ve daveti biz
de tüm doğal varlıklarımız, bugünümüz ve geleceğimiz için tüm emekçilere,
halkımıza, tüketicilere, demokratik kitle örgütlerine ve siyasi partilere
yapıyoruz.
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği
Genel Başkanı |